Bateri Coverlarım

18 Mart 2014 Salı

Çanakkale Şehitlerine...

Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi? 
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi. 
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya- 
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya. 
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı! 
Nerde-gösterdiği vahşetle ‘bu: bir Avrupalı’ 
Dedirir-Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi, 
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi! 
Eski Dünyâ, yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer, 
Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer. 
Yedi iklimi cihânın duruyor karşında, 
Avusturalya’yla beraber bakıyorsun: Kanada! 
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk: 
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk. 
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ… 
Hani, tâuna da züldür bu rezil istilâ! 
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asil, 
Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle, sefil, 
Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına; 
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına. 
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz… 
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz. 
Sonra mel’undaki tahribe müvekkel esbâb, 
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb. 

Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı; 

Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı; 
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin; 
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin. 
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam, 
Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam. 
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer; 
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer… 
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak, 
Boşanır sırtlara vâdilere, sağnak sağnak. 
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller, 
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller. 
Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere, 
Sürü halinde gezerken sayısız teyyâre. 
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler… 
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler! 
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından; 
Alınır kal’â mı göğsündeki kat kat iman? 
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm? 
Çünkü te’sis-i İlahi o metin istihkâm. 

Sarılır, indirilir mevki-i müstahkemler, 

Beşerin azmini tevkif edemez sun’-i beşer; 
Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedi serhaddi; 
‘O benim sun’-i bedi’im, onu çiğnetme’ dedi. 
Asım’ın nesli…diyordum ya…nesilmiş gerçek: 
İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmiyecek. 
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar… 
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar, 
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor, 
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor! 
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker! 
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer. 
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi… 
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi. 
Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın? 
‘Gömelim gel seni tarihe’ desem, sığmazsın. 
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb… 
Seni ancak ebediyyetler eder istiâb. 
‘Bu, taşındır’ diyerek Kâ’be’yi diksem başına; 
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına; 
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle, 
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle; 
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan, 
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan; 
Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına, 
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına, 
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem; 
Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem; 
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana… 
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana. 
Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini, 
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin’i, 
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran… 
Sen ki, İslam’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran, 
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın; 
Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın; 
Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın…Heyhât, 
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât… 
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber, 
Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber. 

Mehmet Akif Ersoy



28 Ağustos 2013 Çarşamba

Otobiyografim :)

Merhaba,

Benim adım fark ettiğiniz üzere Ahmet Sinan YARALI.

29 Şubat 1988 Erzurum doğumluyum. (Babam "Neden doğum günüm yok?" diye üzülmeyeyim diye 1 Mart olarak yazdırmış nüfus cüzdanıma. Bazen bu yüzden şaka ile karışık kızarım kendisine.)

İlk öğrenimimi Orgeneral Selahattin Demircioğlu İlköğretim Okulu'nda tamamladım. (Orgeneral Selahattin Demircioğlu'nun eşi tarafından yaptırılan bir okul olduğu için verilen ancak ilkokul 1'e giden bir öğrenciye sorulan "Hangi okulda okuyorsun?" sorusunun cevabı olduğu ve genelde bu soruyu cevaplamak için nefesinin yetmediği bir hale soktuğu için kendinden nefret ettiren bir adı var okulun.) Şimdilerde tartışılan bir durum olan 66 aylık mevzusu aslında bana hiç yabancı değil. Evet, ilk okuluma 5,5 yaşımda başladım. (Tabi daha öncesinde anaokulu tecrübem de mevcut.) Hatta fırsat verseler daha erken başlayabilirdim de. Başladım ama okula başlama yaşı tutmadan nasıl başladım?

Küçüklüğümde sürekli enerjiyle dolu, yerinde duramayan, kıpır kıpır bir insandım. (Not: Merak etmeyin, hala insanım. Türkçe esnek bir dil olduğu için yanlış yerlere çekilsin istemedim.😊) Enerjik olduğum kadar da meraklıydım. Benden 18 ay büyük olan ağabeyim ilkokula başlamıştı. Tabi o zaman 4,5 yaşındaydım. Öğrendiği şeyleri tekrarlarken, ödevlerini yaparken sürekli sesli okurdu. Bende de merak var ya. Başında dikilir, yaptıklarını izler, çıkardığı seslerle çizdiği şekilleri kafamda şekillendirir ve içimden tekrar ederdim. Böylelikle artık alfabeyi çözdüm. Ağabeyim okumayı öğrenince ben de onunla beraber öğrenmiştim. Artık gazete olsun, takvim yaprağı olsun elime ne geçirirsem okuyordum. Bizimkilere "Ne olur beni de okula gönderin" diye yalvarıyordum. Ama her seferinde aldığım cevap aynıydı. "Daha yaşın küçük. Seni okula almazlar."

Her seferinde feryat figan, ama benim açımdan her seferinde hüsran. Benim için gerçekten önemli olan bir konuydu çünkü. Hatta o kadar kafama takmışım ki bu durumu üzüntüden sarılık bile oldum. (Annemin geceler boyu başımda nasıl beklediğini hatırlıyorum. Malum daha da küçükken hep havale geçirdiğim için bu konuda sicilim pek de temiz değildi. 😅) O dönemlerde bana uygulanan tedavi yöntemlerini de es geçemem. Bugün tatlı yemememin nedeni belki de o dönemde bana sürekli yedirilen baldan kaynaklıdır. Üstüne hacamat yöntemini hayatım boyunca ilk kez ve sadece o zaman tecrübe ettim. Ama o hacamatta kullanılan sarımsak özütünün amacını hala anlamış değilim. Sorgulamıyorum da aslında.

Annemin yüreği beni öyle hasta görmekten parçalanmış olacak ki, iyileşir iyileşmez ilk iş olarak beni alıp okulun yolunu tuttu. Müdürün odasına girişim hala bugünmüş gibi aklımda. (Bu kadar şeyi nasıl aklında tutuyorsun diye soranlar oluyor. İnsan kendisi için önemli olan şeyleri unutmuyor. Biraz fıtrat, biraz zeka sanırım. Hatta öyle ki bilim adamlarının 3 yaşından önceki dönemin hatırlanmadığına dair bir yazı okumuştum ancak 2 yaşımda gittiğim fuarı hatırlıyorum. Bizimkilere ilk kez söyleyince sen öyle sanıyorsundur dediler ancak detaylarını anlatınca onlar da yok artık dediler. İlk kez çarpışan oto gören ve binen bir çocuk yaşı kaç olursa olsun onu beynine kazıyabiliyor demekki. Bilim adamlarının bunu da hesaba katması gerekiyor. 😊) Müdür bana şöyle bir baktı ve yaşımı sordu. Annemden aldığı cevapla yüzünü buruşturdu ve "Yaşı küçük alamayız." dedi. Annem okuma yazma bildiğimi söyledi ancak müdür hiç oralı olmadı. Haklıydı da aslında. 1 metre dahi boyu olmayan ufak tefek bir çocuktum. Ağabeyimin çantasını takınca çanta neredeyse yere sürtünüyordu bile diyebilirim.😂

Ama annem kararlıydı ve artık son bir çare kalmıştı. Okulda öğretmenlik yapan ve komşumuz olan Leyla öğretmenim.😊 Annem müdürden onu çağırmasını istedi. Takip eden bir kaç dakika içinde Leyla öğretmenim geldi. Müdüre o da dil dökmeye başladı. Ancak sonuç yine aynıydı. Almamakta direniyordu. Leyla öğretmenim çok zeki olduğumu ve okuma yazma bildiğimi söyledi. Kefilim oydu. Müdür inanmamış olacak ki önündeki gazeteyi açtı ve beni yanına çağırdı. Manşeti okumamı istedi. Bende büyük bir keyifle okudum tabi ki. Seviyordum okumayı çünkü. Hatta öyle ki ilerleyen yıllar da boş zamanlarımda bugünkü bilgi birikimimin çoğunu bana kazandıran Büyük Larousse ansiklopedilerini açıp okurdum. Bana deli diyebilirsiniz ancak iyi ki iyi yönde deliyim. 😊

Okumayı bitirince kafamı kaldırıp müdüre baktım. (Artık oturan bir adamın yüksekliğini düşünün ve benim yukarıya bakmamdan boyumun o zamanlar ne kadar kısa olduğunu hesap edin.😂 ) Ancak o bana değil okuduğum gazete manşetine bakıyordu. Düşünüyordu sanırım ve tereddütteydi. En sonunda bana bakıp küçük bir tebessüm etti ve "Pekala alalım." dedi. Benden mutlusu yoktu. Bu yüzden biraz zorla da olsa okula kabul eden okul müdürü Arslan KOBAL'a teşekkür ediyorum.

Okul başlayalı 1 hafta geçmişti. Hemen kayıt işlerini hallettiler ve beni ilk sınıfım olan 1-A'ya götürdüler. İlk öğretmenim olan Selma GENÇOĞLU ile tanıştırdı beni Leyla öğretmenim. Selma öğretmenimle meğerse akrabalık ilişkimiz de varmış. Tabi ben bunu çok geç öğrendim. En büyük teşekkürü bana 2. annem olan Selma öğretmenime borçluyum sanırım. Benim gibi yaramaz bir çocukla baş etmek kolay iş değildir. Ancak çok sabırlı ve bir o kadar da şefkatli yaklaşımıyla abartısız olarak bana annelik etmişti. Üzerimde emeğinin en fazla olduğu öğretmenimdir kendisi. Sınıfta herkes çizgiler çizerken ben "Cin Ali" okuduğumu hatırlıyorum. Bizim nesil hatırlar "Cin Ali" serisini. 😊 Bu sebeple beni bu sınıfta harcamamak için 2. sınıfa atlatmayı bile düşünmüşler. Arka planda ne olmuş nasıl olmuşsa yapmamışlar. Hatırladığım bizimkilerin izin vermediği. Beni düşünürken ağabeyimi de düşünüyorlar doğal olarak. Yapsalarmış benden 18 ay büyük ağabeyimle aynı sınıfta okuyor olacaktım. 😊

İlkokul maceram bir çok neşeli olayla devam etti. Müdür yardımcısı ve sınıf arkadaşım Bilal BAYRAK'ın babası olan Coşkun BAYRAK'ın beni omuzlarına alıp Ferdi TAYFUR'un "Emmoğlu" şarkısını söyletmesi ve bunu müteakiben beni görenlerin "Emmoğlu" diye hitap etmelerine neden olan tecrübem. Düşünüyorum da ne güzel günlerdi. İnsan her zaman çocuk olamıyor ne yazık ki. Daha sonrasında yanlış olmasın ama hatırladığım kadarıyla TUDEM sınavlarında il çapındaki derecelerim vardı. Okulu saymıyorum çünkü istisnasız birinciydim. (Umarım sonuçlarım evde bir yerdedir. Annem böyle şeyleri saklar. Öyle ki doğduğum gün olan 29 Şubat 1988 Pazartesi'ye ait takvim yaprağı bile duruyor hala. Yani en son duruyordu ondan sonra bilmiyorum. 😊)

Tabi bu çağımı anlatırken mahallemizi es geçtiğimi fark ettim. Biz mahalle derdik ancak Tarım İl Müdürlüğü'nün Yukarı Köşk mahallesindeki lojmanıydı ve bizim için her türlü imkanı barındırırdı. Zaten bir çocuk olarak pek fazla bir şey beklemiyorsunuz. Orada doğdum, orada büyüdüm. Hayatımın 0-12 yaş arası orada geçti. Sonrasında da çok şükür 19 yaşıma kadar ikamet edeceğimiz bir arka sokaktaki evimize taşındık ve yine mahallemizden kopmadık. Belki de lojmanların bir çocuk için görüp görebileceği en güzel zamanı biz yaşadık. Kapalı bir lojman hayal edin. Ama biraz büyükçe. 3-4 dönüm belki daha fazla. 15 lojman dairesi ve neredeyse her evde aynı yaş grubunda ortalama 2 çocuk düşünün. Saklambaç oynarken alınan zevki. Maç yaparken mevki belirlemeyi hayal edin. Oynadığımız türlü türlü oyunlar, akşamları oturup ettiğimiz sohbetler. Ne yaptıysak hep beraber yaptık. Ağaçlar arasına ip gerip derme çatma lift sistemi bile geliştirmişliğimiz vardır. O zamandan belliymiş benim ne olacağım ama alanı tutturamamışım sanırım.😅 Düşünün ki bu kapalı alandan okula veya markete gitmek haricinde çıkma ihtiyacınız yoktu. O günlerimi gerçekten özlüyorum sanırım.😢

Daha sonra yaş ilerledi ilkokul bitti ve ortaokula başlama zamanı geldi. İlkokulumdan mezun olanlar yoncalık kavşağındaki 50.Yıl (Daha sonraki adıyla Evliya Çelebi) İlköğretim Okuluna giderlerdi. Ancak bizimkiler beni Ağabeyimin de okuduğu Sabancı İlköğretim Okulu'na yazdırmayı koymuştu kafalarına. Velev ki okullar açıldı ancak ben hala başlayamamıştım ortaokula. Uzun uğraşlar sonunda yine 1 hafta sonra yeni okulumda 6-E sınıfıyla öğrenimim devam etti.

İlkokulum kadar sevemedim belki burayı. Hatta öyle ki çalışma isteğim git gide azalmıştı. Dersleri pek dinlemez farklı şeylerle uğraşırdım. 2 ders hariç. Birincisi çok sevdiğim öğretmenim Esin YERKAYA'nın verdiği İngilizce, ikincisi ise Armağan TARBA'nın ve Tevfik KIRKKESELİ'nin verdiği İş Eğitimi dersleriydi. İngilizceye olan merakımın ve ingilizcedeki başarımın mimarıdır Esin öğretmenim. Ondan sonraki dönemlerde de ingilizceye olan tutkum hiç dinmedi. Ama dil nankör. Kullanmayınca unutuyorsun. 😒 Ortaokul zamanı en az 5000 kelime biliyorum diyebilirdim belki ama şimdi en fazla 2000 eder. İngilizceyi gerçekten bilmek için en az 10000 kelime şarttır bana göre. Grammer zaten değişmeyen birşeydir. Yapı her zaman aynıdır ancak kullandığınız kelimelerle şekillendirirsiniz. O yüzden kelime şart. Gelelim Armağan öğretmenime. Trafik ve İlkyardım dersi ve İş Eğitimi derslerini almıştım kendisinden. Şeker gibidir. Damarına basmazsanız tabi.😅 Tevfik öğretmenim de Fen Bilgisi öğretmeniydi. Onun İş Eğitimi dersi zamanında ilk defa yaptığım kumlama tekniği en sevdiğimdi belki de. Etamin kumaşa Galatasaray logosu yapmışlığım da var tabi 😂 Diğer öğretmenlerimi sevmez miydim? Severdim tabiki çoğunu ama sevmediklerimde vardı. Mesela Selahattin ve Fatma ERMANCIK çifti sevdiğim öğretmenlerimdendi. Ancak sonraki dönemde İngilizce derslerime gelen nam-ı değer Komando Zehra, Aynur AKYÜZ. Neden sevmiyorum bilmiyorum. Hatırlamıyorum da aslında. Ama sanırım sürekli asık suratlı ve sert olmasındandı.

Ortaokul dediğin 3 yıl gibi kısa bir periyot zaten. Ama bu dönemde unutamadığım olaylar da var. Mesela yağan diz boyu karda Tarım İl Müdürlüğü'nün bizim okula gidenleri götüren daireye ait International marka minibüsü ve kafama 25 T 1371 plakalı taksisiyle kazınan Köksal abimiz kapanan yollar nedeniyle gelemiyordu. Mecburiyetten ağabeyimle eve yürümemiz gerekiyordu. Karda bata çıka gidiyorduk. Tamam boyum 1 metrenin altında değildi ama kar benim için kalçalarıma geliyordu ve yürümekte zorlanıyordum. Tam o esnada fedakar ağabeyim girdi devreye. Çantamı alıp onu da kendi sırtına takarak önden gidip bana yol açıyordu. Aklıma geldikçe duygulanıp ağabeyimi arıyorum. Kendisini seviyorum.

Geldi lise zamanı. LGS (Sonradan çok farklı isimler aldı ancak bildiğim kadarıyla sonradan sistem değişti ve SBS oldu) puanım Erzurum Anadolu Lisesi'ne yetmedi. E biraz da normaldi. Çalışıyorum diye girdiğim odada uyuyordum, farklı şeylerle uğraşıyordum.😅 Ama yine de çok kötü bir puan almamıştım. Atatürk Lisesi ya da Erzurum Lisesi Süper Lise görünen alternatiflerimdi. Kısmetli çocuğum sanırım ki o arada eski imam hatip lisesi olan Mecidiye İmam-Hatip Lisesi, Mecidiye Anadolu Lisesi olarak yeniden açılmıştı. Ön başvuru, kayıt falan derken yine okulun ilk haftası gitti.

İlk sene hazırlık var dediler ancak seviye sınavını geçebilirseniz 1. sınıftan devam edebiliyorsunuz dediler. Sınava girmedim. İstemedim de. İngilizcemi daha da geliştirmek istiyordum çünkü. 1 sene ağırlıklı olarak İngilizce eğitimi görmek benim için bulunmaz bir nimetti. 40 saatlik haftanın 24 saati. Çok iyi yaaa! 😊

İlk İngilizce öğretmenimiz Ahmet Hocaydı (Lisede öğretmen hoca oluyor ya 😅). Ancak çok fazla kalmadan gitti. İyi adamdı aslında. Severdim kendisini de. Daha sonradan Özgür (kendisi bayan olur) Hoca geldi. Hazırlığı onunla tamamladık. Kendisi hamileydi ve o haliyle bizden de çok çekti 😅 Okulun avantajı 3 sınıf ve toplamı 90 etmeyen mevcuduydu. Herkes birbirini tanırdı. Müdürümüz Ali KABA ve Müdür Yardımcımız Selçuk UZUN ile beraber yeni yeni kurulan, ayaklarının üzerinde doğrulmaya çalışan bir okulduk. İmkanlar kısıtlı para yok, pul yok. El ele her şeyi yaptık. Hatta okulumuz şu anki yeri olan Çat yolu üzerinde Dutçu Köyü karşısındaki yerine taşınırken bile kendi sıralarımızı kamyonlara kendimiz yükledik. O kamyonlarla okulun yeni yerine gidip, kamyonları boşaltıp, okulumuzu yerleştirdik. İşimize de gelmiyor değildi hani derslerden kaçıyorduk :) Yeni maceraların yerleşim yeri artık oturmaya başlıyordu. (Hikayesi de Selçuk UZUN'un kaleminden burada) Dedim ya herkes birbirini tanırdı. Bu sebeple çok kolay organize olup her şeyi yapabilirdik. Bunlardan hiç unutmadığım ve unutmayacağım "Ölüyiyen" grubu ve "Ölüyiyen İğrenç Sesler Topluluğu" şarkıları 😂 Stars kokusunu 20 metreden alışımızı, derste çay demleyip içmemizi, Mahmut ERCAN hocamı ve bize yaptığı babalıkları (kendisi ile aramızda 😉 ), Selçuk hocanın para toplamalarını, Ayyaşı, Mantığı, Kara Recepi, Cırafı (İngilizce zürafadan türetilmiştir.😂), Koala, Kor Niyo, Sisi, Fırt, Sülo, Vurucu, Ahmet, Ali, Serkan, Ozan, Ulaş Kaptan, Buğra, Sirke, Saba, Zehra, Şeyma üçlüsünü, Elifi ve sayamadığım bir sürü kişiyi unutamayacağım. İyi ki sizlerle aynı okulda buluşmuşuz.

Lise belki hayatımın en neşeli geçen zamanlarıydı. Çünkü o dönemde neşe herkesin ortak paydasıydı. Çok haylazlık yaptık. Hocalarımızdan dayak yedik ama dayak yerken bile gülebildik. 😊 Jim jim diye ortada gezen ölüyiyen üyeleri (içeriğine girmeyeyim 😅 ancak Jim Carrey'nin bir sahnesinden gelir bu olay 😂 ), okuldan kaçmak için 'Prison Break' tarzı kaçış planı yapan öğrenciler, Eser Hoca eşliğinde eğlenceli beden eğitimi dersleri, Kantinci Fevzi Abi ve ona yazılan "Doldur Fevzi Çay Doldur" Bestesi, Yıl sonu etkinliklerinde benim de başrolünde olduğum Ölüyiyen İğrenç Sesler Topluluğu (Özlem Hoca'nın isimlendirmesiyle Ölüyiyen Chat ... grubu. Adını tam çıkaramadım şimdi 😅) konserleri ve daha bir çok güzel olaya sahne olan, bir okuldan çok bizim için eğlence mekanı anlamı taşıyan, ilk arma ve kravatlarımızda Mecidiye Anadolu Lisesi kısaltması olan M.A.L. olması nedeniyle tepkimizi çeken ve daha sonradan "Erzurum Mecidiye Anadolu Lisesi' olarak değişen okulumuz.

Özlem Hoca demişken onun bende yeri ayrıdır. Sadece benim için değil çoğumuz için de öyledir herhalde. Kendisini gerçekten çok severdim. (Hala seviyorum 💓 Gerçi Ordu'dan geçerken görüşemedik ayrı mesele ama bir dahaki sefere 🙏 ) Kendisinin ingilizce öğretmeni olmasının ya da benim ingilizceyi sevmemin hiç alakası yok. Tamamen karakter meselesi. Hayatımda tanıdığım en iyi insanlardan biriydi. Bizim gibi haylaz (ya da bunun en üst kademesi neyse) öğrencilere gösterdiği sabır ve iyi niyetli yaklaşımlarıyla bugün Özlem Hoca dediğimizde hepimizin gözünde bir parıltı belirir. Ve gözlerimizin önüne gelen dans show ile mırıldanmaya başlarız. "No Face No Name No Number" (Modern Talking'in en iyi şarkısıdır bence.). İyi ki tanımışız seni Özlem Hocam. 😘

Mahmut Hoca vardı birde. Matematik öğretmenimizdi ama öğretmenden öte çok yakın arkadaşımız gibiydi. Her yıl düzenlediğimiz geleneksel iftar yemeklerimizi de teşrifiyle onurlandırır. Mahmut Hoca bize karşı öylesine iyiydi ki, yakalattığımız sigaraya varana dek bizimle ilgilenir ve bize nasihat ederdi. Mahmut Hocanın yapmayın dediği şey bizim için kanun niteliğindeydi ve kesin geçerliydi. Biz de onun sözünden çıkmazdık. Zaten bizi zorlayacak şeyler de söylemezdi. Mesela sigara içmeyin demezdi de okul sınırları içinde sigara içmeyin derdi. Sanırım anlamışsınızdır.

Aklıma birde Fatih Hoca ve "İbrahim kalk bir çember çiz" ile "Rüşen kalk çöz şu soruyu" replikleri geliyor. Sert bir hocaydı ama iyiydi yine de. ÖSS hazırlığında çözdüğüm tek kitap 200 sayfalık geometri soru bankasıydı. Eksiksiz yaptım geometriyi böylece. Diğer derslere de çalışsam derece yapardım sanırım. 😅

Ziyaettin Hoca (Taki), Fevzi Hoca (Dede), Sancar Hoca, Ayhan Hocalar (Kiraz ve Hopur), Nurcan Hoca (💓 çok çekti benden 😅), Huri Hoca, ve unutmamam gereken ama şimdi aklıma gelen Yakup Hoca. Yakup CENÇ (pardon GENÇ 😂). Literatürümüze "Yieeeyyyy!" seslenmesini kazandıran yegane insan. Belki de o lisede bize abilik yapan tek hoca. (Diğerleri annelik ve babalık yaptı yanlış anlaşılmasın 😊) Yaş itibariyle çok yaşlı olmadığı için belki de. Özlediğim insanlardan biride kendisi. Unuttuğum hocalarım varsa şu anda aklıma gelmiyordur kusura bakmasınlar lütfen.

Ve mezuniyet zamanı geldi çattı. Ama bildiğim üzere bu bizim için ayrılık olmayacaktı. (Eskisi kadar sık görüşemesekte herkesle irtibat içindeyiz sürekli görüşürüz. Önceden de bahsettiğim gibi olağan iftar organizasyonlarımızda hep birlikte yer içer sohbet ederiz.)

Girdiğimiz son tek sınav tek bölüm ÖSS sınavlarının sonuçlarını bekliyorduk. Aslında ben çokta beklemiyordum. Hesaplarıma göre 262 ham puan almam lazımken 263'e yakın birşey aldım. (standart sapmadan olsa gerek 😅) Daha sonra bir tercih maratonu başladı ki sormayın. Herkes bir şeyler bir yerler söylüyordu. Ama bilmedikleri şey benim geleceğimi ilgilendiren şeylerde kararıma müdahale edilmesinden hiç hoşlanmadığımdı. Oyunu kuralına göre oynadım. Onların gönlü olsun diye de bir yerler yazdım. Babam memuriyet hayatından önce sağlık sektöründe çalışmış. Ağabeyim Eczacılık Fakültesi'nde okuyordu. Bu şartlar altında benden de sağlık sektöründe çalışmam bekleniyordu. Fakat düşündüğüm zaman sağlık sektörüne hiç uygun biri olmadığımı görüyordum. Teknoloji manyağıydım. Teknik şeyler beni cezbediyordu. İnovasyon hayatımın yaşama amacıydı sanki. Sağlık insanlık için önemli bir sektör belki, kabul ama ben daha çok insanlık yararına iş yaparken insanların da hasta olmalarına gerek olmadığını düşünenlerdendim. Zaten kafamda şekillendirmiştim geleceğimi. Mühendis olacaktım. Ama alanına daha karar verememiştim. Araştırmalarım sonucunda birden farkettim ki karar vermek çok kolaymış. Elektrik-Elektronik benim tamamen ilgilerimi karşılıyormuş. Elektrik tarafında artık bulunacak pek bir şey kalmadı ancak elektronik önü açık diyorlardı. (Ama şimdi anladığım üzere yanılıyorlardı. Şimdi açıklamayacağım bir projem var kafamda. başarabilirsem eğer her şey çok farklı olabilir 😉)

Yine şansım ki Erzurum Atatürk Üniversitesi'nde geçen sene Elektrik-Elektronik Mühendisliği açılmış ancak sınava yetişemediği için sadece ek kontenjanla öğrenci almıştı. İlk kez bir ÖSS sınavında tercihe açılıyordu. Pek bilinen bir yer değildi yani. Kendi memleketimdeydi. Bunu da öğrenince ben rahat durur muyum? Tabiki de durmam. 13 tercih yazıp 13. sıraya mühendisliği yazdım. Soran herkese de böylelikle "En kötü ihtimal Atatürk Üniversitesi Elektrik- Elektronik Mühendisliğini kazanırım" diyordum. Yalan da değil hani. Üst tercihlerimin gelmesi mucize gibi birşeydi. Stratejimin tutacağına inanıyordum. Neden mi? Çünkü ilk tercihlere Bilkent Bilgisayar Mühendisliği - Burslu (300 ham puan alsam dahi giremiyordum 😂) ile başlayan ve puanımın çok çok üstünde yerler yazdım. Böylece değerlendirmede ön sıralara geçeceğimi düşünüyordum. (Malum herkes normal tercih yapıyor ve bizim zamanımızda adı var olan "Tercih Hatası" yüzünden yerleştirilemiyorlardı.) Böylelikle tercih hatasını yendiğimi düşünüyordum. Ancak sonuçlar açıklanınca o kadar da kasmaya gerek olmadığını gördüm. Dediğim gibi en kötü ihtimalime girerken 337,4 puanla orta sıralarda yer alıyordum zaten.

Ön kayıt - kesin kayıt - ders kaydı falan derken yine 1 hafta gitti. İlkokuldan beri süregelen geleneğimi bozmayarak yeni okuluma da 1 hafta rötarlı başladım. 😅 Bunun benim kaderim olmaya başladığına iyice inanmıştım artık. (Yüksek lisans ve doktora yaparsam tezimi kanıtlamış olacağım böylece 😂) İlk günüm, ilk ders, ilk sınıfa girişim ve karşımda gördüğüm iki tanıdık yüz. Saba AHISHALI ve Burak RÜŞEN. Liseden en iyi arkadaşlarımdan olan bu ikili de sınıftaydı. O an ben burayı en kötü ihtimal 7 sene de bitiririm dedim. (Lakin ki öyle de oldu ama yarım yıl rötarla 7,5 yılda oldu. Okul bittiğinden beri hiçbir şey için "En kötü ihtimalle" demiyorum artık. 😅)

İlk sene yeni çevreye alışma sürecini çabuk atlattık çok şükür. Dönemin ortalarında herkes birbiriyle tanışıyordu. (En azından ismen tanıyorlardı) Bir kişi hariç herkesle çok iyi anlaşıyordum. Ebubekir LİMON. Görünce çok itici geliyordu. Konuşasım bile gelmiyordu. Bir gün okul çıkışı grup olarak ders bitimi okuldan çıktık ve yürümeye başladık. Ebubekir bir başta duruyordu ben diğer başta. (10 kişiden bahsediyorum halimi siz anlayın artık.) Yine her zamanki İnek Şaban tiplerinde milleti güldürüyordu. (Ben haz etmiyorum ya bana hiç komik gelmiyordu 😅) Birden sigaramın bittiği aklıma geldi. Recep DAĞHAN'dan istedim o da bittiğini söyledi. O arada Ebubekir diğer baştan koştu geldi ve sigara ikram etti. Ondan hiç beklemediğim için önce bir şaşırdım. Ancak ikramı geri çevirecek durumda değildim. Aldım yaktım. Sohbete dahil olmak için bu sefer dinlemeye başladım. Ondan sonra ne mi oldu? Ebubekir LİMON benim en iyi arkadaşlarımdan biri oldu. Hatta öyle ki ikinci annem diyordum ona. Onlarda kalırken (ki evden çok onlarda kalırdım 😂) geceleri uyanıp üstümü bile örterdi. Hey gidi günler! Gerçi bu aralar Obama'ya ulaşması bile ona ulaşmasından kolay.

E adı geçmişken ona değineyim. Recep DAĞHAN. Tavşanlı'nın gururu 😋 . Ve sahip olduğu tik yüzünden çok çile çeken, Prof. Dr. bir hocamıza bile posta koyan tik cesaretine (deli cesaretinin tik versiyonu) sahip Japon görünümlü Türk kardeşim. 😊 (Fiziksel özelliklerden bahsederken bir özelliği daha aklıma geldi ama onu söylemeyeyim burada. :) Çok acıtıyor desem anlar o 😂😂 ) İlk proje ödevindeki grup arkadaşım. (Oturup C++'ta 1000 satır kod yazdığım zamanlardı. Tabi Function nedir, Class nedir daha öğrenememişim o zaman 😒) Hemen hemen hepsini Recep'le beraber yaptık ama üstüne 3. grup arkadaşımız ikimizden de yüksek not aldı. (Daha sonradan Recep'in posta koyduğu hocamız İlahi adaletten faydalandı diye düşünüyorum. Çünkü notu veren oydu 😂😂)

Gel gelelim liseden bu yana en iyi arkadaşlarımdan olan Burak RÜŞEN'e. Lisede Fatih Hoca'nın "Rüşen kalk çöz şu soruyu" repliğiyle ve "Mantık" diye hatırlanmasına neden olan "Pastorik" şiir türüyle (😂😂) gerçekten değer verdiğim en iyi arkadaşlarımdan bir tanesi. 2001'den 2014'e. Tam 13 yıl olmuş dostluğumuzda. O zamandan bugüne kadar neredeyse her günü beraber geçirdik. Beraber güldük, gezdik, eğlendik. Beraber yedik, beraber içtik. Aç kalınca da beraberdik. Okulu beraber okuduk tamam ama iş hayatında da beraber çalıştık. Gerçi şimdi ayrı düştük ama hayırlısı. Burak denilince benim aklıma ilk olarak "7" gelir. 07.07.1987 doğum tarihi, 77 07 ile biten telefon numarası ve BR7 kısaltması neden "7" olduğunu en iyi şekilde açıklar sanırım. Hatta öyle ki tesadüf mü artık bilemem ama dostluğumuzun 7. yılında tanıştığı bugünkü eşi ve ikisinin organize olarak beni psikolojik olarak "7" yıl yaşlandırması. Hadi ateistler bunu da açıklayın. 😅. Burak biraz sorumsuz (sorumluluk kotasını iş hayatında doldurduğu için belki de 😊), rahat, haddinden fazla tembel (karşı kanepedeki televizyon kumandası için bile yan odadan kardeşini çağıran birisidir 😑) ama bir o kadar da adam gibi adamdır (bıyıklarından dolayı söylemiyorum ama bunu 😅). "Dost kara günde belli olur." sözünün ispatıymışçasına her kötü günümde yanımda olan birkaç kişiden birisi, benim tabirimle kardeşlerimden, hayatım boyunca yanımda olacak insanlardan bir tanesidir. Her zaman söylerim "Hayatım boyunca yüzlerce arkadaşım olacağına 3-5 tane dostum olsun bana yeter." diye. O kişilerden ikisi Burak ve eşi Betül. 💑

Devam edecek...